Gecenin en zifiri anıydı yaşanan.

Savaşçılığın meslek, öldürmenin maharet olduğu bir dönemdi; kan göllerinde ve kılıçların gölgesinde kaybolan merhametin dönemi…

Sefaletin kuduz dişleri arasında olan olmuştu: çölleşen gönüller, savrulan ruhlar, lâl olan diller,  susan ve susturulan ezilmiş insanlar…

Kin ve nefret tortularıyla yüreklerin nasırlaştığı bir muhitte kapkaraydı öfkesi zulmün. Çehreler bir sonbahar hüznünü taşıyor, diri diri gömülen masum bebekler, toprağın benzini sarartıyordu.

Feryatlarına, hıçkırıklarına ve gözyaşlarına ilahi bir cevap bekliyordu mazlumlar; kendi uzaklıklarına değil, Yaratanın yakınlığına güveniyorlardı.

Her hüzün bir istek, her feryat bir duaydı.

Kutlu bir sancıydı yaşanan ve yeni doğacak olana hamileydi kainat. Hep böyle olurdu. Her doğum bir sancıyla, bin sancıyla gelir; her külfet bir nimeti beraberinde getirirdi. 

İlahi yasa hep böyleydi. “Sabah yakın değil mi!” diye inleyen, sabırla ve iki büklüm bekleşenlerin imdadına, kendi içlerinden seçilen rahmet vasıtalarıyla cevap verilirdi. Bir teselli armağanı olurdu peygamberler.

        Korkmayın, mahzun olmayın, Rabbiniz sizi terk etmedi! müjdesiyle, bir teselli suretinde gönderilen kutlu elçiler, hep bir geceden sonra gelirlerdi, zifiri bir geceden sonra…

            Yine öyle olmuştu.

Adına cahiliyye denilen karanlık bir dönemde, alemlere rahmet olarak gönderilen Muhammedî bir nurla aydınlandı kainat.

“Alemler nura gark oldu…”

O nuru gönderene sonsuz hamd-ü senalar olsun, nurun sahibine binlerce selam olsun.

İncil’in Ahmed’i, Kur’an’ın Muhammed’i olan rahmet peygamberinin gelişiyle, insanlık yeniden can bulmuştu.

Göklerin sahibi, kendisine uzanan elleri, Resûlünün eliyle tutacaktı. Ezilen, horlanan, diz çökmüş mütevekkil bir derviş sabrıyla bekleşenleri kucaklayacak, göklerden aldığını yeryüzüyle buluşturacaktı.

Nuruyla karanlıklar aydınlanacak, mesajıyla mutluluğun adresi belli olacaktı. Ahlakıyla insan kemal bulacak, hicretiyle kurtuluşun yolu aranacak, adaletiyle insanlık huzur bulacaktı. Nefret bataklığından sevgi bahçesine; kin ve gazap tortularından merhamet iklimine uzanan bir köprü olacaktı.

Çatık kaş, asık surat putlara meydan okuyacak, Allah’ın güler yüzlü kulları olmamız için uğraşacak ve taşlaşan gönülleri merhamet potasında eritecekti.

            Tarih sevgi, adalet ve merhamet yüklü bir insanın elinde can bulacaktı.

O ki Habibullah’tı.

Vedud olan Allah’ın bir ikramıydı insanlığa. Allah’ın en sevgili kuluydu, insanlar içinde Allah’ı en çok seven de O’ydu.

İlahi sevgiyi kullara taksimde oldukça cömertti. Allah’tan aldığını kullarına yansıtan bir aynaydı O. Seven Allah’tı, sevdiren Allah, rahman ve rahim olan Allah (c.c).

Sevgi paylaşmaktı, vermekti ve sevgi büyüklenmemek, gönül kazanmaktı.

 

Muhtaç bir kimse gördü mü içi sızlar, onu koruyup gözetir, ihtiyacını karşılamaya çalıştığından elinde avucunda ne varsa verirdi. İşte bu cömertliğinden ve fedakârlığından dolayı evinde birikmiş, saklanmış bir şeyden söz edilemezdi.

 

Elindekini vermeden bir gün bile sabahlamadı. Kendi ihtiyacı olduğu halde, kardeşini kendine tercih ederdi. Verdi, hep verdi O; söz verdi, değer verdi, gülümseyen bir yüzle cevap verdi, çağrıldığında bütün cephesiyle yöneldi.

 

Sevgi bedel ödemekti bir anlamda. Sevdiği uğruna eziyetlere katlanmaktı.

 

Peygamberimiz (s.a.s )  Allah’a olan sevgisi uğruna bedel ödemekten çekinmedi.

 

Bir eline güneş, diğerine ay konulsa sevdasından vazgeçmedi; dışlandı, türlü sıkıntılara maruz kaldı, vatanından hicret etti, taşlandı, yaralandı; ama sevdasından ve davasından asla ödün vermedi.

 

Sevgide mihenk güzellikti; güzel olanı sevmekti her yönüyle. Adı güzel kendi güzel olan peygamberimiz (s.a.s) güzel yaratılışı, güzel ahlakı, güzel kokusu, güzel yüzü ve güler yüzüyle ulaştığı her insana güzellik taşıdı.

 

Sevgiyi çoğaltmak ve Allah’ın merhametini kullarıyla paylaşmaktı derdi.

 

Peygamberimizin insanlara duyduğu sevgi, çocuklara tavrında yoğun olarak görülebilirdi.

         

“Çocuğu olan onunla çocuklaşsın.” buyurur ve babalığın kabalıkla gösterildiği bir dönemde, çocuklarla şakalaşır, oyun oynar, omzuna alıp onları gezdirirdi. Kendisini namazda rahatsız eden torunlarına kızmak şöyle dursun, onların oyununu bozmamak için secdesini uzun tutardı.

           

 Enes bin Malik O’nun için:  Resulullah (s.a.s) çocuklarla en çok şakalaşan idi” diye nakleder.

 

Ömründe çocuklarını hiç kucaklamamış bir adamı: ”Allah senin kalbinden merhameti söküp atmışsa ben ne yapabilirim?” diyerek uyarmıştı.

 

              Her davranışında olduğu gibi sevgisinde de adaletten ayrılmazdı. Çocuklara olan sevgisinde de adil davranır ve:

 

           “Allah öpücüğe varıncaya kadar her hususta çocuklar arasında adaletli davranmayı sever.” buyururdu.

 

            Kız çocuklarına düşkünlüğü apayrıydı. Kızların horlandığı, diri diri toprağa gömüldüğü bir vahşet toplumunda kızlar hakkında:

 

           “Kız ne güzel evlattır. Şefkatli, yardımsever, munis ve analık duygularıyla dolu”

 

Bir kızın doğduğu haber verildiğinde utanılan bir toplumda Peygamberimiz : “Kız evladı hoş kokulu bir çiçektir, Allah da rızkını verecektir.” derdi.

 

Şefkat ve merhamet duygularının bir de kadınlara bakan boyutu vardı.

 

Kadının adı yoktu o dönemde, haklarından söz etmek şöyle dursun. Alınıp satılan bir metaydı kadın, insanlık onurunun hiçe sayıldığı sefil bir hayatın ve şehvetin esiriydi. Efendimiz kadına, yaratılıştaki konumuyla muamele etmiş ve onun hakkında: “Cennet annelerin ayakları altındadır.” buyurarak insanlık tarihinde kadına en yüksek payeyi O vermişti.

 

Kadına ilgi göstermenin züll sayıldığı bir muhitte O, kadınlara nasıl davranılacağını, eşlerine göstermekle örneklik etti. Kimseye yük olunmaması gereğinden hareketle kendisi de ailesine yük olmayı istemezdi. “ Ben zahmet olayım diye değil rahmet olayım diye gönderildim. “ buyuran peygamberimiz, rahmetini en yakınlarından başlamak suretiyle her varlığa gösterirdi. Evde hanımına yardım eder, koyun sağar, elbisesinin söküğünü kendisi diker, ayakkabılarını kendisi yamardı.

           

Şefkat,  O’nun bütün varlığını kaplamıştı.

 

Bütün alemlere rahmet olarak gönderilen Fahr-i Kainat Efendimiz (s.a.s)’in yaratılan her varlığa karşı muhabbeti, hep merhamet suretinde tecelli eder; hayvanları bile bundan mahrum bırakmazdı.

 

Yumurtası alınmış güvercine, açlıktan karnı sırtına yapışmış deveye sahip çıkar; şefkatini canlı cansız her varlığa gösterirdi.

 

Peygamberimizin merhameti, herkesi kuşatıyordu. Bundan en çok nasiplenen de elbette yetimlerdi.

           

Yetimlerin, şefkati esir alan bir mutlu azınlığın tüketici iştahlarına kurban edildiği bir dönemde; kendisi de yetim olan Efendimiz, yetime kol kanat germiş ve : ” Ben yetimlere sahip çıkanlarla cennette yan yanayım.”  buyurmuştu.           

 

Kalbi katılaşmış bir adama:”Hayatında hiç yetim başı okşadın mı?” diye sormuş ve yetime uzanan ele ateş değmeyeceğini müjdelemişti.

 

Yetimlik, kimsesizlik, kölelik sisteminin   arka bahçesiydi. O’nun köleliği kaldırmaya çalışan, ruhları ve bedenleri özgürleştirip sadece Allah’a kul olmaya yönelten çabası da merhametinin bir tezahürüydü. Peygamberimizin engin şefkatinden nasiplenen ve hürriyetlerine kavuşan köleler, O’nun hizmetinde bulunmayı, kabile ve ailelerinin yanına gitmeye tercih ederlerdi.

          

Kur’an’ın ifadesiyle RAÛF VE RAHÎM’di  O.

             “And olsun  içinizden, sıkıntıya düşmeniz, O’nun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve merhametli bir elçi gelmiştir.” (Tevbe, 128)

Mü’minleri sevgiyle kucaklamak, onlara gelen sıkıntıdan ıstırap duymak ve kendisine yapılanlardan değil, mü’minlere reva görülenlerden dolayı incinmek; ancak bir fazilet abidesi olan Efendimiz’e mahsus bir ayrıcalıktı.

Peygamberimiz, içlerinde olduğu sürece değil sadece müminler, kafirler bile rahmetten nasipleniyorlardı.

İnsanları ateş çukurundan kurtarma gayreti, sevgisiz ve merhametsiz ne mümkündü? Sağır olsa da kulaklar ve inadına kör olsa da gözler; bıkmadan, usanmadan şirkten ve isyandan adeta nasır tutmuş kalpleri, vahiyle diriltme çabası içinde olmak ne büyük bir erdemdi!

 Taif’i hatırlayalım.

Hani Medine olmak şerefinden mahrum kalan o bahtsız şehri. Hiçbir karşılık beklemeksizin kendilerini kula kulluktan kurtarıp Allah’a kul olmaya çağıran peygamberimiz, ayaklarından kanlar sızana kadar taşa tutan o bedbaht insanlar için bile sığındığı bir üzüm bağında şöyle niyaz etmişti rabbine: ”Ya Rabbi! Beni kime emanet ediyorsun?” ve Cebrail (a.s) ın; eğer isterse, o insanların üzerine dağları yıkabileceğini söylemesi üzerine yaşlı gözlerle şu sözler dökülmüştü ağzından: ”Hayır!.. Ben bunu istemem. Bunun yerine Rabbimden, onların soyundan sadece kendisine ibadet eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan bir nesil çıkarmasını isterim.”

Uhud’a gidelim:

Savaşın en şiddetli olduğu bir zamanda, kılıçların gölgesi altında dahi merhametinden hiçbir şey eksilmeyen Peygamberimiz : ”Ya Rabbi! Bu insanları affet, çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” duasını edecek kadar kin ve intikam duygularından uzaktı.

Yine Uhud’da emrine aykırı hareket eden sahabelerine asla gönül koymamış, onları incitecek söz ve davranışlarda bulunmamıştı.

 

Ashabından kimseyi azarladığı da görülmemişti.

 

             Bir karakter abidesiydi Peygamberimiz.

O’nun şahsiyetini en yakınında olanlar kanalıyla öğreniyorduk.

İşte dünya kadınlarının en hayırlılarından olan Hz. Hatice annemizin peygamberimizin vahye ilk muhatap olduğunda yaşadığı tedirginlik ve telaş üzerine  O’nu teskin eden sözleri:

“Allah, seni utandırmaz; çünkü sen akrabalarına iyi davranır, çaresizlerin yardımına koşar, yoksulu himaye eder, mazlumun elinden tutar, misafirlere ikram eder, hak yolunda musibete uğrayanları gözetirsin.”

Hz Hatice’nin vefatından sonra en çok sevdiği ve hakkında ayet inerek iffetine Allah’ın şahitlik ettiği hanımı Hz. Âişe de Efendimizin ahlakı sorulduğunda: “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı. Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz?”  cevabını vermiş ve O’nun tertemiz ahlakına dair şunları ilave etmişti:

            “O, nefsi için hiçbir zaman kin tutmaz ve intikam almazdı. Bir şeye kızarsa, Kur’ân kızdığı için kızar; bir şeyi beğenirse, Kur’ân beğendiği için beğenirdi. İki şeyden birisini tercih edecek olsa, muhakkak en kolayını seçerdi. Şayet o kolay olan, günah ise, ondan uzak dururdu. Ne kötü söz söyler  ne de kimseye kötülük etmek isterdi. Konuşurken sözleri birbirine eklemez ve uzatmazdı. Sözü tane tane söyler, dinleyenlerin gönüllerine sindirirdi. O kadar ki, isteyen onları sayabilir hatta ezberleyebilirdi.”

            O’nu herkesten daha iyi tanıyanlardan biri de çocukken O’na iman eden ve dizi dibinde büyüyen Hz. Ali’ydi. Efendimizin nasıl bir insan olduğunu Hz. Ali şöyle açıklamıştı:

” O, her zaman güler yüzlü, yumuşak huylu ve geniş gönüllüydü. Asık suratlı, katı kalpli, kavgacı ve kıskanç değildi. Kendisinden beklentisi olan kimseleri hayâl kırıklığına uğratmazdı. Ağız kavgası, boşboğazlık ve faydasız şeylerden kaçınırdı. Kimseyi kötülemez, kınamaz ve ayıbını öğrenmeye çalışmazdı. Yalnız faydalı olacağını umduğu konularda konuşur; O konuşurken meclisinde bulunanlar, başları üzerinde kuş varmışçasına kımıldamadan dinlerler, O sustuğunda ancak söz alırlardı.”

Sahabeden Hind bin Ebi Hale de Efendimiz (s.a.s)’i anlatırken şunları kaydetmişti:

“O, sürekli düşünceliydi. Susması konuşmasından uzun sürerdi. Lüzumsuz yere hiç konuşmazdı. Allah’ın adını anmadan söze başlamaz ve yine Allah’ın adını anmadan sözü bitirmezdi. Sözleri daima haktı. Kısa ve öz konuşurdu; az sözle çok manayı ifade ederdi. Kimsenin gönlünü kırmaz ve kimseyi hor görmezdi. Küçücük de olsa nimete saygılıydı ve hiçbir nimeti azımsamazdı. Bir hak ihlali dışında dünyalık bir şey için kızmazdı; hak yerini bulmadıkça da öfkesine hiçbir güç mani olamazdı. Şahsî meselelerde kimseye kızdığı vaki değildi. Kerem sahibi ve halîmdi O; kendisine kötülük yapana bile iyilikte bulunurdu. Kahkaha ile gülmezdi, en fazla gülmesi, mübarek dişleri parlak inci taneleri gibi görünecek kadar tebessüm şeklindeydi. ”

Yaklaşık on yıl hizmetinde bulunan Hz. Enes de, Efendimiz’in güzellikleri hakkında şöyle söylemişti:

” Resulüllah, insanlar içinde lütfu en bol olandı. Soğuk bir günün sabahında bile bir kölenin, bir cariyenin, bir çocuğun getirdiği suyu geri çevirmez, o suyla abdest alırdı. Kendisine bir şey soran olsa onu can kulağıyla dinler, soru soran ayrılıp gitmedikçe onu terk etmezdi.  Birisi O’nun elini musafaha etmek için tutsa, tutan kimse elini bırakmadıkça Resulüllah onun elini bırakmazdı.”

Peygamber Efendimiz hakkında soru yöneltilen bir başka isim de Zeyd bin Sabit’ti.  Hz. Zeyd, Peygamberimizi anlatmaya sözlerin kifayet etmeyeceğini ifade sadedinde ancak şunu diyebilmişti: ” O’ndan size ne haber vereyim? Siz eğer O’nun hayatı hakkında benden bir şeyler söylememi istiyorsanız size derim ki:

“O öyle bir denizdir ki, sahili yoktur.”

           

O’ndan 14 asır sonra yaşayan ve görmeden iman eden kardeşleri olarak O’na ne kadar da muhtacız!

 

Sevgisine, merhametine, ahlakına, adaletine, cömertliğine, gayretine, davetine… her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

 

Yoksulluk, açlık, işgal ve katliamlar yüzünden ölümü bekleyen masum insanların O’na ihtiyacı var.

 

Yetimler, köleler O’nun rahmet ikliminde hayat bulmuş ve himayesinde korunmuşken; şimdilerde zihinlerine ve yüreklerine şeffaf zincirler geçirilerek köleleştirilen ve yalnızlığa terk edilen insanların O’na ihtiyacı var.

 

Namusları kirletilen iffetli kadınların, O’nu sevdikleri ve getirdiği mesaja gönülden bağlı oldukları için hakları ellerinden alınan kızların, yurtları işgal edilerek zindana atılan ve türlü işkencelere maruz kalan mazlumların ve paramparça edilen ümmetinin O’na ihtiyacı var.

 

Hayatta kalmak için idrarlarını içmek durumunda kalan, bir pirinç tanesine bile muhtaç bırakılan, açlıktan yaprak ve ot yiyen Afrikalı çocukların O’na ihtiyacı var.

 

Gayrı kılıç sesleri değil, bomba sesleri bölüyor uykuları, bir değil binlerce insan ölüyor bir hamlede. Çocuklar savaş meydanlarından merhamet, kadınlar kan göllerinden kırmızı güller bekliyorlar.  O’nun savaşta bile merhamet sunan yüreğine ihtiyacımız var.

           

Güçlünün söz sahibi olduğu bir dünyada,  O’nun sözünün gücüne ihtiyacımız var.

 

            O bizim aramızdadır; duygumuzda, düşüncemizde, davranışımızda, hayatımızdadır…

 

            Alemlerin Efendisi (s.a.s)’i daha fazla tanımaya ve sevmeye ama daha da önemlisi yaşamaya ve yaşatmaya mecburuz. O’nu tanımak Allah’ı tanımaktır, O’nu yaşamak Kur’an’ı yaşamaktır. Unutmayalım ki; bizler kalbimizi ve aklımızı İki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa’ya ve O’nun emaneti olan Kur’an-ı Kerim’e açtıkça; O’nun tertemiz sünnetini davranışlarımıza ve hayatımıza taşıdıkça, Allah’ın hakkımızdaki kaderi değişecek ve zaman tekrar lehimize dönecektir.

 

           

               

 

Ahmet TÜRKBEN